Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar. Ne de şeytan, bir günahı, Seni beklediğim kadar. Anılar için, yaşanmış hikayelere, hikayeler için kahramanlara, kahramanlar için dağ gibi kalplere ihtiyaç vardır. Benim senin için dünyalar kadar kalbim vardı. Yaşadığın hayat hikayendeki kahramanındım ama şimdi sadece bir Her hasta bekler sabahı. Başkalarının sınırlarını aşmaz, neyin ne kadar, ne zaman, nasıl yapılacağını iyi bildiğinizde ise, konuşulan kelimelerden çok, kelimelerin arkasına BEKLENENNe hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar. Ne de şeytan, bir günahı, Seni beklediğim kadar. Geçti istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni, Gelme, artık neye yarar? Şiiri düz yazıya ceviriniz.kurallı olmasına dıkkaet ediniz.. Idea question from @Naruto144 - Ortaokul - Dil ve anlatım Ne hasta bekler sabahı Ne taze ölüyü mezar Ne de şeytan bir günahı Seni beklediğim kadar Geçti istemem gelmeni Yokluğunda buldum seni Bırak vehmimde gölgeni Gelme artık neye yarar. Buradasen ne dio'san o! Boşvermişliğin hikayesi. 15 May Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Ne şeytan bir günahı, Seni Beklemek ve Beklenen. Akin Diğer. Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar. Ne de şeytan, bir günahı, Seni beklediğim kadar. N ecip Fazıl’ın “Beklenen” isimli şiirinin ilk kıtası bu dörtlük. Herhalde beklemeyi bu kadar vurucu bir şekilde anlatan başka bir şiir yoktur. Hasta-sabah, mezar-ölü, şeytan-günah IhZuhj. "Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar. Ne de şeytan, bir günahı, Seni beklediğim kadar." Necip Fazıl'ın Beklenen şiiriyle bekledik bu sene yazı. Gelmedi, gelmek bilmedi. Artık yavaş yavaş yaza söylediğimiz şiiri sonlandırmanın vakti geldi. Hava son şakasını da yapabilir tabii bilemiyoruz ama siz aşağıdaki sinyalleri duymaya ve görmeye başladıysanız, haberiniz olsun, artık cam açık uyuyabilirsiniz. Not Varsa bir yorumunuzu alırız. Evler artık daha fazla zeytinyağı kokuyorsa zeytinyagi Canınınız durduk yere deniz kenarında bira patates kızartması ikilisini çekiyorsa Film izlerken patlamış mısırın yerini dondurma almaya başladıysa Soğuk su buzdolabında ilk kez göründüyse Bardakta mısır yemek için seyyar bir satıcıya yanaştıysanız Denizde yüzdükten sonra gelen o hain acıkmaya kollarınızı bırakmaya hazırsanız Ama bir yanınız diyet diyorsa hala Artık saat 10 olduğunda acıkmıyorsanız Balkonlardan çay kaşığı sesi yükselmeye başlamışsa Bir yerlerden "Hayır Berk sonra hasta oluyorsun" sesi duyuyorsanız Sıkma meyve suyu almak için vitaminci sırasına girdiyseniz Bir yerlerde birileri karpuz yediyse karpuz Ve onlara karpuz peynir ekmek üçlüsüyle dahil olmak istiyorsanız Sağda solda "Su, buz gibi, su, 50 kuruş su," sesleri duymaya başladıysanız Erik yiyeli birkaç hafta olduysa Çileğe neredeyse doyduysanız Siparişlerinize "Ice" notunu ekliyorsanız Buzdolabında dondurma niyetine sarma buluyorsanız Bonus Yalın elinde Cornetto dondurmayla dolaşmaya başladıysa Çıksın babetler, giyilsin şortlar, kıvrılsın gömlekler İşte o zaman yaz gelmiş demektir! Benim gibi futbolsuz kalanlar için zordur tek haneli senelerin yaz ayları. Haziran geldi mi biter ligler, maçlar, kupalar. Sonra bekle dur yeni sezonu, şairin dizelerindeki gibi “Ne hasta bekler sabahı ne taze ölüyü mezar ne de şeytan bir günahı, seni beklediğim kadar.” Ama beklerken futbolsuz kalmayalım, anlatalım futbol folklorunda yer etmiş az bilinen güzel hikâyeleri, […] Abone Ol Benim gibi futbolsuz kalanlar için zordur tek haneli senelerin yaz ayları. Haziran geldi mi biter ligler, maçlar, kupalar. Sonra bekle dur yeni sezonu, şairin dizelerindeki gibi “Ne hasta bekler sabahı ne taze ölüyü mezar ne de şeytan bir günahı, seni beklediğim kadar.” Ama beklerken futbolsuz kalmayalım, anlatalım futbol folklorunda yer etmiş az bilinen güzel hikâyeleri, yazalım kalemimiz yettiğince… SAHAYA KEREVİZ ATIYORLARDI Ada futboluna aşina olanlar hatırlar, 80’li senelerden yakın geçmişe kadar Chelsea taraftarları kerevizle gelirlerdi evlerinde oynadıkları maçlara. Hikâyesi ilginç, 80’li senelerde Mickey Greenaway adındaki demirbaş taraftar maçlarda “Ask Old Brown” şarkısını söylermiş “Ask old Brown for tea and all the family, if he don’t come, we’ll tickle his bum with a lump of celery.” İhtiyar Brown’u çaya çağır ailece, gelmezse k… kaşırız kerevizle Tezahürat zaman içinde Stamford Bridge tribünlerinde yer etmiş ve totem olsun diye taraftarlar maça kereviz getirip maç esnasında sahaya atmaya başlamışlar. 2002 senesinde dört taraftar sahaya kereviz attığı için tutuklanırken, 2007 senesinde Arsenalli futbolcuların kereviz yağmuruna tutulmalarından sonra Chelsea kulübü, taraftarlarının maçlara kereviz getirmesini yasaklamış. 150 KİLOLUK KALECİ Chelsea dedik madem efsane kalecilerinin hikâyesini de anlatmadan geçmeyelim. Ada futbolunun müdavimleri bilir “Who ate all the pies” turtaları kim yedi tezahüratını. Hikâyenin kahramanı William Henry Foulke, namı diğer Fatty şişko 12 Nisan 1874 tarihinde İngiltere’nin Shropshire bölgesinin Dawley kasabasında dünyaya gelmiş. Henüz 19 yaşındayken Sheffield United takımının scoutları tarafından keşfedilmiş ve takımın kalesini korumaya başlamış. Kilosu hakkında çeşitli rivayetler olmasına karşın, boyu ve 150 kilo ağırlığı ile futbol sahalarında nam ve korku saldığı yazılır. Bir dağı andıran cüssesiyle kalenin büyük bölümünü kapladığı için kendisine gol atmakta zorlanırmış rakip forvetler. Üstelik dev cüssesinden umulmayacak çevikliğe sahipmiş. Haliyle penaltı kurtarma konusunda uzmanmış şişko kaleci. 1894-1905 seneleri arasında Sheffield United’ın kalesini koruyan “Fatty”, bu sürede takımıyla üç kez İngiltere Federasyon Kupası finalinde yer almış, kupayı iki kez kazanmış. 1896–97 sezonunda, Derbyshire takımına karşı oynarken, takımının attığı gole çok sevinince üst direği iki eliyle kavrayarak sallanmaya başlamış, ancak 150 kiloluk ağırlığa dayanamayan direk ortadan kırılınca, maç uzun süre durmuş… Chelsea’nin 150 kiloluk kalecisi William Henry Foulke TURTALARI KİM YEDİ? Sheffield takımıyla 299 maçta sahaya çıktıktan sonra, 1905 senesinde günümüzde bir maç bileti fiyatına denk gelen 50 sterlin ! karşılığında Chelsea’ye transfer olmuş. O dönem Chelsea’nin teknik direktörü Robertson, sahaya çıkarken takımın en bücür futbolcularını “Şişman”ın arkasından koşturarak onun daha azman görünmesini sağlıyor, böylece rakip takım futbolcularının yüreklerine daha maç başlamadan korku salıyormuş. Ancak bir zaman sonra, Fatty hayli asabileşmiş, hırçınlığı ile hemen her maçın olay adamı haline gelmiş. Kimi zaman takım arkadaşlarına kızıp maç esnasında sahayı terk ediyor, kimi zaman tepesini attıran rakip forvet oyuncularını tuttuğu gibi çuval misali fırlatıyormuş. Yemeğe karşı zaafı olan kaleci, yazılanlara göre bir maç öncesinde takım arkadaşları için hazırlanan kahvaltı masasına herkesten önce oturmuş, arkadaşları gelene kadar masada ne varsa afiyetle silip süpürmüş. Maça aç biilaç çıkmak zorunda kalmış talihsiz takım. Türlü garipliklerine rağmen çok sevmiş Chelsea taraftarları şişman kalecisini. Rivayete göre günümüzde Ada futbolunda hafif göbek salmış kilolu futbolcular için sıklıkla yapılan “Who ate all the pies?” Turtaların hepsini kim yedi? tezahüratı ilk kez Chelsea tribünlerinde onun adına söylenmiştir. Fatty’nin bu tezahürata karşılık söylediği, “Beni nasıl çağırırlarsa çağırsınlar, yeter ki yemeğe geç çağırmasınlar!” cümlesi futbol literatürüne geçmiştir. Futbolu bıraktıktan sonra ilerleyen zamanlarda parasız kalınca Bradford panayırlarında kalecilik yaparak hayatını idame ettirmeye çalışmış. 1916 senesinde, henüz 42 yaşında yoksulluk içinde hayata veda etmiş. Ölüm nedenini zatürre olarak yazmış gazeteler. Ölümünden çok zaman sonra, Graham Phythian 2005 senesinde yazdığı “Colossus The True Story of William Foulke William Fattty’ Foulke” adlı kitabında anlattı şişman kalecinin hikâyesini, meraklısına… PAPAĞANIN ÖLÜMÜ… Rivayete göre, İngilizcede büyük hayal kırıklıklarını anlatmak için kullanılan “Sick as a parrot” Papağan kadar hasta deyiminin kökeni 1919 senesine dayanır. Tesadüf mü bilinmez ama o sene, tam da Arsenal’in, Tottenham’ın yerine 1. Ligde mücadele etmeye hak kazandığı gün, Tottenham’ın maskotu papağan ölür! 1908 senesinde çıktıkları Güney Amerika turu sonrası takım kaptanı tarafından kulübe hediye edilen şirin papağan, 11 sene yaşadıktan sonra, bir anda hastalanır ve o kara günde hayata gözlerini yumar. Tottenham taraftarları arasında, takımlarının o sezon 1. ligde oynayamayacak olması ve papağanın ölümü büyük üzüntü ile karşılanır. Batıl inançları güçlü olanlar, bu kara hadiseyi futbola bağlarlar ve deyim günümüze kadar gelir. Alt liglerden bir hikâyeyle bitirelim futbolun güzel hikâyelerini. 1993 senesinde amatör küme takımı Congleton maçtan önce hayatını kaybettiği söylenen yaşlı, vefakâr taraftarı için bir dakikalık saygı duruşu düzenlemiş onca senenin anısına. Ancak maçtan önce tribünlerde yerini alan yaşlı taraftar kendisi için yapılan saygı duruşuna eşlik etmiş, muhtemel gözyaşlarıyla… Video haberler için YouTube kanalımıza abone olun Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı... Tribünsüz,minik bir salon.... Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece. O kadar yakındılar... delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda... Hoşlandığını, fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler... Kız gülümsedi. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda... Kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.... Üçüncü sette tekrar eski yerine döndü. Kızda gidiş gelişleri fark etmişti galiba. Bir defa daha gülümsedi. Manidar... “anladım” der gibi bir gülümseyişti bu. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü. Pazar günü, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım dünyalar şirini kızı görmek için... Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu. Dahası... Ankara kolejinin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için... Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı... Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü... O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı... Kız bu defa, iyice gülmüştü. Karşısında, sözü ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce. Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü. Kaptan “tabi” dedi. “Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.” “mutluluk işte bu olmalı” diye düşündü delikanlı “Mutluluk işte bu” ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı. Konser günü de hiç ama hiç unutmadı. O ne heyecandı öyle. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar. El sıkıştılar. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken “”o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya”” o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde. Ama uzatamıyordu elini işte. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesini korkuyordu ki. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi uzandı. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu. Kızın omuzuna değil koltuğun üzerine sonra kız arkaya yaslandı. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu genç adamın. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü. Konserden çıkarken, kız şakalaştı. “Sizi her maçımızda görüyoruz, alıştık neredeyse. Yarın Adana’da maçımız var. Gözlerimiz sizi arayacak” Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü. Cebinde onu otobüsle Adana’ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı. Gece yarısı kalkan otobüse bindi. Sabah erkenden Adana’ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en son sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç filan değildi sebep tabii. İlk sette kız farkında bile değildi onun. Nereden olsun ki. İkinci sette öbür tarafa gittiler Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı. Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki. Ankara’nın hele hele kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu. Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garaja gitti. Tek kelime konuşmadan. Konuşmaya gelmemişti ki. Kız “keşke orada olsaydın” demişti. O da olmuştu işte. Hepsi o. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında. Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki. Bembeyaz bir kata yazdı o dört satırı. Öğleden sonrayı zor etti, kolejin önüne gitmek için. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. “Bu sana” diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan. Kız, Necip Fazıl”ın dört satırını okurken... “Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Ne de şeytan bir günahı, Seni beklediğim kadar!...” Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde kolejin önündeydi genç. Kız karşıdan geliyordu. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya. Gözlerine inanamadı genç adam. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa. Evet, çağırıyordu işte. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken. “Sana bir şeyler söylemek istiyorum” dedi kız. O da heyecanlıydı, belli. “Bak iyi dinle. Dünkü satırlar için çok teşekkürler. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondanda hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma. Ve de şu anda, onu terketmem için bir sebep yok.” “O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni” dedi, delikanlı ikiletmeden. Ayrıldı kızın yanından bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan. Bir daha onu hiç görmeden. Yıllarca sonra Levent’in söyleyeceği şarkıda ki Sezen’in sözlerini o o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi. Heyecanlı bekledi. Hırsla arzuyla bekledi. Umutla umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu. İki dörtlüktü şiir. İlki kıza verdiği. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı. Cebine koydu. Bekleyiş sürüyor, sürüyordu. Okullar kapandı, açıldı. Aylar, aylar geçti. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü. “Günlerdir seni arıyorum”dedi. “Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber. Artık hayatımda hiç kimse yok!” “Yaa” dedi delikanlı. “Yaa” dedi sadece. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı. “Yaaaa!” Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza. “Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün” dedi... “Bu da sonu onun” Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan... Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken... “Geçti istemem gelmeni Yokluğunda buldum seni. Bırak vehmimde gölgeni Gelme artık neye yarar!” Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı. O sevgilinin kendisi bile. Hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani? Ya da. Ya da. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, Bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmişti, acaba? Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hala bilmiyor. Necip Fazıl’ın Beklenen şiirinin ilk dörtlüğü çoğumuzun ezberinde;Ne hasta bekler sabahı,Ne taze ölüyü de şeytan, bir günahıSeni beklediğim dergisinde aşk, vuslât üzerine yazacak şiirin çağrışım yapmasının nedeni, sadece kıyasıya süren “ilaç meydan savaşları”nda, arada bir yerde, birilerinin telef olma olasılığı…Konu türlü giderilemeyen sosyal güvenlik sistemindeki açığın azaltılmasına yönelik iktidarın aldığı önlemler sadedinde, referans ilaç uygulaması ile ilaç fiyatları ortalama yüzde otuz beş fiyatları düşünce, eczacıların depolarında bulunan yüksek fiyattan alınmış ilaçların oluşturacağı zararın ne olacağı, nasıl giderileceği üzerine başlayan kavga, iktidar-eczacılar arasında meydan savaşına ne kadar iktidar kanadı, firmalarla anlaşma yapıldığını ve eczacıların stok zararının firmalar tarafından karşılanacağını açıklasa da, gerek firmaların bu konudaki yaklaşımlarının netlik kazanmaması ve gerekse sosyal güvenlik kapsamındaki yurttaşların ilaç alımında eczaneler ile yurttaşı karşı karşıya getiren bir yığın bürokrasi ve külfet, eczacıları bir günlük grev noktasına bir günlük kapama eylemine iktidarın yanıtı hayli sert oldu ve Türkiye Eczacılar Birliği ve Sosyal Güvenlik Kurumu arasındaki sözleşmenin 16 Ocak 2010 itibariyle feshedildiği, bundan sonra meslek örgütü yerine eczanelerin kendisi ile sözleşme yapılacağı da kalmadı sert yanıt, ilaçların marketlerde satılabilmesi konusu da gündeme bu satırları yazarken, Danıştay sözleşmenin feshine ilişkin iktidar kararının yürütmesini durdurdu, ama siz bu satırları okurken, son durum nedir, onu kestiremiyoruz; yürütmeyi durdurma kararı kesinleşti mi, 16 Ocak sonrası sosyal güvenlik sistemindeki yurttaşlar ilaçlarını nasıl, nereden temin ettiler ve benzeri konular umarız gelin biz bu meydan savaşını bir kenara bırakalım ve ilaç konusundaki tabulardan birini, marketlerde ilaç satılması zemininde tartışmaya açalım…İlacın Reklâmı Olur mu?Sağlık sektöründeki temel sorun, verilen hizmetlerin bedelinin yüksek fiyatları sosyal güvenlik kapsamında olmayan hastanın cebini, sosyal güvenlik kapsamındaki hasta nedeniyle de, sosyal güvenlik sisteminin kasasını delip taraftan araştırma, geliştirme ve üretim için anlaşılabilir maliyet yüksekliği, ama diğer taraftan da ilaç sektörünün rekabete kapalı olması nedeniyle fiyatların, ürünü sunan firmalarca rahatça belirlenebilmesi, bu fiyat yüksekliğinin temel biliyoruz ki, bir ürünün fiyatı piyasada arz/talep dengesine göre belirleniyor. Ama ürün fiyatını etkileyen diğer önemli faktör, ürünü satanların fiyat/kalite bağlamında rekabet içinde olup tercihini serbestçe yapabilmesinin sağlandığı, firmaların ürünlerinin tercihi için tüketiciye reklâm, promosyon, kalite vaadi, ucuz fiyat teklifinin geçerli olduğu tam rekabet ortamında, tüketiciye ulaşan ürün fiyatlarında “damping”, ürün kalitesinde de iyileşme olduğu bir akla gelen ilk soru şu; “ilaçta reklâm olsun, ama doktor reçeteye ne yazarsa, o ilacı almaya çalışmıyor muyuz?”Hayır!İlaç reklâmlarının kontrollü olarak yapılabildiği piyasa ortamında, doktorlar reçetelere ilacın markasını yazmak yerine, ilacın etken maddesini de ilacı alırken, kullanması gereken etken maddeyi içeren ilaçlar arasında kendi tercihini tercihin yapılmasında, fiyat/kalite bağlamında hasta/tüketiciye en iyisini vaad eden, reklâmları ile tüketiciyi doğru ve etkin şekilde bilgilendiren firmaların ilaçları tercih konusu olacak ve sağlanan bu rekabet ortamında, ilaç fiyatları füze gibi aşağı ilaç firmalarının, kendi ürünlerinin sürümünü arttırmak için doktor-firma arasındaki, kamuoyunu rahatsız eden ilişki biçimi de ortadan kalkacak, bu ilişki biçiminin fonları hasta/tüketicinin bilgilendirilmesi, ona ulaşılabilmesi için reklâm ve kampanyalar için olarak yol haritasına bakınca, ilaçta reklâmın “bal” gibi olacağı bu “tabu”sunun artık tartışılması marketlerde “ilaç satılabilir mi” tabusunun tartışılmaya başladığı marketlerde ilaç satılsın/satılmasın tartışmasını, ilaçta reklâm olanağının sağlandığı bir zeminde, sakince tartışmaya açmak de buna niyetliydik, ama yerimiz geniş olduğu bir yazımızda bu konuyu ele almak üzere… Makale, Bizim Market Derigisi'nin 2010/Şubat sayısında yayınlanmıştır. ”Beklenen” Şiir Eleştirisi Ekim17 Şiir Eleştirisi BEKLENEN Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar. Ne de şeytan, bir günahı, Seni beklediğim kadar. Geçti istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni, Gelme, artık neye yarar? Necip Fazıl Kısakürek ——————————————– Necip Fazıl Kısakürek’in ’Beklenen’’ adlı şiiri ’sevgiliyi bekleme’’ konusunu özlem, sitem, gurur ve usanmışlık gibi çarpıcı duygular ışığında ele alan eşsiz bir örnektir. Şiir sekiz dizeden oluşan yapısında pek çok anlamı barındırarak kısa ve öz denecek türde bir yazınsal ürün örneği oluşturmaktadır. Şiir kişileri anlatıcı ben’ ve seslenilen sen’den oluşur. Anlatıcı, şiirin ilk üç dizesinde beklemek’ eyleminin yaşamdaki uç noktalarını ele alarak dördüncü dizede belirttiği sevgiliyi bekleyişinin uzunluğunu vurgulamış, bunun da ötesinde kendisini terk eden sevgiliye duyduğu bu bağlılığın sıradışılığına dikkat çekmiştir. Ne bir hastanın acılar içinde geçirdiği bir gece, ne bir ölünün toprağa gömülene dek beklediği süre, ne de şeytanın bir günah yakalayabilmek için azimle gösterdiği sabır ben’in sevgiliyi beklerken çektiği ıstıraba, sergilediği sabır ve sadakate yetişebilir; onun sevgiliye duyduğu aşk, özlem ve bağlılık tüm bunlardan üstündür. İşte anlatıcı tam bu noktada güçlü duygularını ifade ederken ince bir sitemi de sen’e olan seslenişinde dile getirmektedir. Bu sitem ikinci dörtlükte iyice ortaya çıkmakta; geçen zamanın anlatıcıyı usandırdığı ve özlem duygusuna karşılık gururunun ağır bastığı ilerleyen dizelerden anlaşılmaktadır. ’Geçti istemem gelmeni’’ dizesinde anlatıcı sevgiliye onu beklemekten usandığını sitemkar bir dille ifade etmektedir. Anlatıcının bunca bekleyişten sonra sevgilinin gelmesini istemediğini belirtmesi okuyucuya bu söylemin gurur duygusunun baskın gelmesiyle oluştuğunu hissettirir. ’Yokluğunda buldum seni’’ sözleri ise bu duyguları yinelerken anlatıcının aşkını sevgili gittikten sonra daha güçlü bir şekilde yaşadığını, sevgiyi –karşılıksız da olsa– onun yokluğunda bulduğunu ve bu bekleyiş sürecinde en yoğun şekilde hissettiğini anlatmaktadır. Bu süreç öyle uzundur ki anlatıcı ’sensizliği’’ içselleştirmiş, özlemi ve acıyı kabullenerek yaşamayı öğrenmiştir. ’Bırak vehmimde gölgeni’’ dizesinde anlatıcı, sevgilinin ona geri dönme olasılığının gerçekleşemeyecek kadar küçük olduğunu vurgularken bu sonu belli bekleyişin umutsuzluğunu dile getirmektedir. ’Gelme, artık neye yarar?’’ dizesiyle anlatıcı sözlerini bitirirken artık sevgiliyi beklemekten vazgeçtiğini, sevgilinin geri dönmesinin de artık bir şey değiştirmeyeceğini, çünkü o gittikten sonra bu uzun zaman içinde geride kalanların da değiştiğini belirtir. Anlatıcı bu son dizede her ne kadar cevabı beklenmeyen bir soruyla sevgilinin gelmesinin bir işe yaramayacağını söylese de, dizenin sonuna koyduğu soru işareti aslında bu soruyu sevgiliye yönelttiğini ve içten içe sevgiliden umutlarını yeniden alevlendirecek, ona yeniden bekleme gücünü verecek bir yanıt beklediğini düşündürmektedir. Bu bağlamda son dizenin cevabı beklenmeyen bir sorudan çok, ucu açık bir sorgulama olduğu söylenebilir. Şiirin ikinci kıtasında ’Yokluğunda buldum seni’’ dizesini tasavvufi bağlamda ele almak mümkündür. Bu şekilde tıpkı Mecnun’un Leyla’nın yokluğunda Tanrı’yı bulması gibi şiirdeki ben’in de sevgilinin yokluğunda ilahi aşka kavuştuğu yorumu yapılabilir. Bu açıdan bu dizede sen’ olarak hitap edilen varlık, diğer dizelerden farklı olarak sevgili değil, Tanrı’dır. Şiirde günlük dilden uzak, edebi bir dil hakimdir. Bu şiirsellik sevgiliye duyulan aşkın ve özlemin okuyucuya hissettirilmesinde etkilidir. Şiir 8’li hece ölçüsüyle yazılmıştır ve tamamıyla olmasa da yabancı sözcüklerden arınmış yapısıyla Cumhuriyet Dönemi şiirini yansıtmaktadır. Dizelerde ağır ve ağdalı bir anlatım olmamakla birlikte şiire bu sanatsal boyutu kazandıran en önemli etken, şairin ustalıkla kullandığı güçlü benzetmeler ve bunun yanı sıra, söyleyiş güzelliği sağlayan uyaklardır. Necip Fazıl Kısakürek’in ’Beklenen’’ şiiri giden sevgilinin ardından süren bekleyişi kısa ve öz bir biçemle ele alan, yazınımızın özgün ürünlerinden biridir.

ne hasta bekler sabahı hikayesi