10 Kasım ile ilgili Atatürk resmi boyama sayfası. Kısa Kavramı Okul öncesi kavramlar kategorisinde uzun kısa 10 Kasım ATATÜRK Bileklikleri Okul
ZTeOuTt. Anasayfa / Çocuk Kitapları / Hikayeler Atatürk'ten Seçme Öyküler Hakkında Bilgiler Türü Hikayeler Sayfa Sayısı 256 ISBN 9786055092696 Kapak Ciltsiz Ürün Özellikleri Ödeme Seçenekleri Atatürk'ten Seçme Öyküler Kısa Özet Mustafa Kemal Atatürk’ün anılarından seçme hikayeleri bir araya getiren bu kitap, ulu öneri anlamanın ve anlatmanın en keyifli yollarından biri. Öyle ki, kitabı okurken zaman zaman tebessüm edecek, zaman zaman hüzünleneceksiniz. İçinde döneme ait fotoğraflar da bulabileceğiniz bu kitap, her hikayede Atatürk’ün farklı bir yönünü keşfedebileceğiniz, mutlaka okunması gereken bir derleme.
Hikayemizi Okuyan Kişi Sayısı 410Eğitici masallar kategorimizde, yeni masallar var, sırada ki uyku masalı mız kar masalı, masalımız kış mevsimi ile ilgili masallar dan, severek okuyacağınız kısa masallarımızı alt da bulunan video ile dinleye bilirsiniz..Kaç ay geçti bilmiyorum. Yoksa yıllar mı geçti? Uzun zamandır burada kalıyoruz. Neredeyse bu karanlık dolapta unutulduğumuzu düşünmeye başlamıştım. Oh, neyse ki yanılmışım. Dolaptan bugün çıkarıldık. Sanki bayram yaptık. Kış yine gelmiş. Hoş gelmiş, her yere bembeyaz inciler sermiş. Çoluk çocuk yine gün yüzü gördük ya keyfimize diyecek yok. Gözümüz gönlümüz açıldı. Şükür, özlediklerimize tekrar kavuştuk. Kış; yine çantasında bol bol oyun, eğlenceyle gelmiş, yine herkesi mutlu etmenin derdine sevinci de bizimkinden az değil. Dolaptan sanki hazine çıkardı. Bizi ne güzel karşıladı! Hepimize güzel sözler söyledi. Bana “Baş tacım, gel bakalım, birlikte oyundan oyuna koşalım.” dedi. “Hay hay!” dedik, kaşkol ve eldivenle birlikte. Sen istersin de biz istemez miyiz? Gör bak, ne çok oyun oynayacağız birlikte. Hiç üşütmeyeceğiz aynaya uzun uzun baktı, güldü, annesine yakışıklı olup olmadığını sordu. “Sen her mevsim güzelsin, dostum.” diye cevap verdik, sanki sesimizi duymadı. Kaşkol ve eldiveni de görmeliydiniz. Onların heyecanı da bizimkinden eksik değildi. “İnşallah, küçük kalmayız.” dediler Âdem’e bakarak. Aslında hepimizin ikinci korkusu buydu. Ya küçücük kalıvermişsek!.. O zaman ne yaparız? Çünkü çocuklar hızla göz gezdirdim. Yok, yok küçük değiliz, bu yıl da idare ederiz. Bu yıl da Âdem’le beraberiz. Ya kabana ne demeli? Sevincinden sanki hepimizi havaya uçuracak. Meğer ne çok özlemişiz birbirimizi, sokağa fırladık. Sokakta bir biz eksikmişiz. Nazlı nazlı yağan karın altında şen şakrak çocuklar, kışa “Merhaba” demenin sevincini yaşıyorlar. Ama herkes bizim gibi hazırlıklı değil. Bazılarının şapkası, bazılarının eldiveni, kimisinin sırtında kabanı bile yok. Burunları havuç gibi kızarmış. Al yanaklar, sanırsın Amasya elması. Üşüyen ellerini ovuşturarak oyuna devam edenlere de ne demeli? Hasta olmasalar bari…Herkes bir an önce kardan adam yapmanın, kartopu oynamanın derdinde ama, o kadar kar yok. Biraz beklemeniz gerek çocuklar. Âdem’in arkadaşı Haşim de ince bir hırkayla çıkmış dışarı. Üşüdüğü her hâlinden belli. Âdem niye böyle çıktığını sorunca, – Hepsi küçülmüş, olmadı. Kabanım, eldivenlerim, şapkam hepsi küçük oldu. Yenisini almak gerekiyor, dedi. Âdem – Üzülme, dedi. Alınır elbet… Hepimiz Haşim’e gerçekten de bir yılda epey büyümüştü. “Hay maşallah!” dedi eldiven. “Tabi olmaz sana geçen yılki elbisen.” Bu sefer gülüştük. Saatler nasıl geçti, bilmiyorum. Soğuyan hava, herkesi evine göndermenin, sokakları dinlendirmenin bir bir boşaldı. Yorulmuş ve hatta üşümüştük. Âdem sıcacık evine girerken aklı arkadaşı Haşim’deydi. Annesiyle bir şeyler konuştu. Sonra gözleri yıldız gibi parladı. Hepimiz merakta kaldık. Bir süre sonra vestiyerde uykuya dalacakken yanıma geldi ve ; – Biliyor musun güzel şapkam? Haşim’e güzel bir kış sürprizi yapacağım. Birlikte üşümeden oynayacağız çok sevindik ki, kaşkol, şapka, kaban, eldiven. Şimdi sevinçten uyu KATEGORİLERİ Masal Oku Dini Masallar Eğitici Masallar Türk masalları Baba Masalları Youtube Masalımızı Dinlemek İstermisiniz? KISA HİKAYELERSeverek Okuduğunuz hikayelerimize Android uygulamamızı indirerek cep telefonlarınızdan ve Tabletlerinizden Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz.
GAZİPAŞA İLE YAŞLI NİNE Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu. - Merhaba nine Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle; - Merhaba dedi. - Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duraklayıp, - Neden sordun ki, dedi. Buraların sahibi mısın? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi. - Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı. - Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi,kodum Angara'ya geldim. - Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni? - Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı. Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey. - Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü sertleşti. Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek,ona sağol paşam! Demek için görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek, - Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koştura Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor. Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkiside ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'euzattı; - Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; "Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütcemden üç inek verin armağanım olsun." Hatay sorununda Fransızların zorluk çıkardığı günlerdeydi. Atatürk, sofrasına çağırdığı Fransız Fevkalade Komiserine içini döküyordu. -Hatay işi, benim kişisel davamdır. Beni üzüyorsunuz. Korkarım ki, beni meseleyi başka türlü halletmek zorunda bırakacaksınız. Atatürk bu sözleri Türkçe olarak yüksek sesle söylüyor ve herkes dinliyordu. Hazır bulunanlardan Kazım Paşa da onun sözlerini Fransızca’ya çeviriyordu. Atatürk’ün “Beni Üzüyorsunuz” sözü salona yansır yansımaz arka sıralarda bulunan bir genç ayağa kalkarak -Atatürk! Üzülme arkanda biz varız, diye bağırdı. Atatürk birden başını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kaşları kalkmış, ürkünç bir çehre almıştı. Salon birden derin bir sessizliğe gömüldü. Herkes Atatürk’ün gence sinirlendiğini sanıyordu. Oysa tam bu sırada gözlerini gence diken Atatürk, onun bu sözüne karşılık olarak -Biliyorum çocuğum, onu bildiğim için böyle konuşuyorum, diye karşılık verdi Ata ya Hakaret eden Köylü Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında kovuşturma yapılıyordu. Durumu Ata’ya bildirdiler. -Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş. Atatürk sordu -Ben ne yapmışım ona? Soruşturma evrakını inceleyenler açıkladılar -Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş da ondan. Bunu söyleyen o zamanın bakanlarından biridir. Bakana şu soruyu yöneltmiş -Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi? -Hayır... -Ben Trablus’ta iken içmiştim. Pek berbat şeydir. Köylü gene bana az küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğiniz yerde, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız. Ata nın Cevap Veremediği Tek İnsan..? Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta Ruslar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi -Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler... Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı. Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi. Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır. Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş -Bu köşk kimin? -Kirkor’un... -Ya şu koca bina? -Yargo’nun... -Ya şu? -Salomon’un... Atatürk biraz sinirlenerek sormuş -Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur -Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam... Atatürk bu anısını naklederken -Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu Atatürk ve Nöbetçi İtalyanların Habeş Harbi sıralarında idi. Ege kıyılarında kıta ve tahkimat komutanları çok titiz davranıyorlar, kıtaya herhangi bir yabancının sızması olasılığına karşı erleri sık sık uyarıyorlardı. Bu günlerin birinde Atatürk’ün teftişe geleceği haber alındı. Atatürk beklenilen günde yanındaki erkanı ile geldi. Kıtaları teftiş edip dolaşmaya koyuldu. Savunma mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde Atatürk birdenbire durdu. Yanındakilere -Siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim, dedi. Yanındaki komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar. Fakat, tabii bir şey söyleyemediler. Atatürk patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hakim bir noktasında nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü. Uzaktan gelen bir sivilin kendisine doğru yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen silahına davrandı. Daha fazla yaklaşmasına izin vermeden gür sesi ile -Dur!... diye gürledi. Atatürk bu kesin ihtar karşısında durarak -Sen beni tanımıyor musun? Ben kimim? -Mustafa Kemal’sin komutanım. -Peki sen benim Mustafa Kemal olduğumu biliyorsun da hala neden yasak, diyorsun?... Mehmetçik bir an durakladı. Herhalde teftişten haberi vardı. Fakat onun bildiği Atatürk, yanında kalabalıkla gelirdi. Böyle yapayalnız gelmezdi. Bir an daha düşündükten sonra kafasını salladı ve safiyetle yanıt verdi -Komutanım, Mustafa Kemal’sin Mustafa Kemal olmasına ama... Düşmanların işine akıl sır ermez... Birini sana benzetir içeri sokarlar... Gözünü seveyim sen şu bizim yüzbaşıyı al birlikte gel, o zaman nereye istersen git! Atatürk, geri döndükten sonra komutanlara bunu anlattı. Bu mert ve uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi. HATAY 1923 yılı Mart’ının On Beşi Pazar günüydü. Atatürk, Adana İstasyonu’nda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu. Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın kişiliğinde henüz tutsak bulunan İskenderun’la Antakya’nın Türk olan bütün halkı “Bizi de kurtar” diye yalvarıyordu. Herkesin gözleri yaşarmıştı, hıçkırıklarını tutamayanlar vardı. Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince Atatürk’ün alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünde bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak -Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi. On altı yıl sonra Hatay sorunun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk’ü yitirdik. İsmail Habib, bu konuyu şöyle bitirir “Hatay, Hatay! Seni kurtaran, aynı zamanda senin şehidin oldu!” ATATÜRK Ve Trikopis Büyük Taarruz esnasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşları, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis’in Başkomutan Çadırı’na nasıl getirildiğini şöyle anlattılar Trikopis, diğer esir kolordu ve tümen komutanları ile birlikte Gazi’nin huzuruna çıkarıldıkları zaman, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi yenilgilerin tarihte örnekleri olduğunu, sevk ve idareyi eksiksiz yapmış iseler vicdanen rahat olabileceklerini söylediği zaman, Trikopis -Askeri görevimi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl görevimi maalesef yapamadım, diye intihar edemediğini anlatmak isterken, Gazi -O size ait bir düşüncedir, diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde -Şurada bir tümeniniz vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere sürseydiniz daha iyi olmaz mıydı? Gibi bazı eleştiriler yapmış, Trikopis -Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat yanındaki Kolordu Komutanı’nı göstererek bu yapamadı, demiş. Bu görüşmeler olurken esir komutan yavaşça yanında bulunan subaylarımızdan birine -Bizim ile konuşan bu general kimdir? diye sormuş, subay -Başkomutan Mustafa Kemal, deyince adam hayrete düşmüş -Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim Başkomutan İzmir’de vapurda oturuyordu, diyerek derdini dökmüş. YUNAN BAYRAĞI Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu Bu, ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu -Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir. Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı. -O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem. Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi. ATA NIN YOLUNDAN GİDENLER... İzmir Hakimiyet-i Milliye Okulu’nda öğretmendim. Okulumuz bir çocuk balosu hazırlamıştı. Çok mutlu bir rastlantı ile o gün Atatürk de İzmir’de bulunmaktaydı. Onu da davet ettik. “Acaba gelecek mi?” diye hepimiz heyecan içindeydik. Sonunda “Geliyor” denildi. Koştuk, karşıladık. Gülümseyen bir yüzle ellerimizi sıktı. Yanında yaverler, paşalar vardı. Koca salon heyecandan karmakarışık olmuştu. Büyük küçük herkes onu yakından görmek, sesini duymak için çırpınıyordu. Zorlukla ortalığa bir düzen verdik. Öğrencilerden Ali ortaya geldi. Çocuk heyecandan bocalıyor, bir şeyler bulup söyleyemiyordu. Derken küçük Ali coştu. Kendinden geçti. Kollarını ona doğru uzatarak içten gelen bir sesle -Senin ismini andıkça, senin resmine baktıkça, seni karşımda görünce damarlarımda bir şeylerin kaynadığını duyuyorum. Ah! Seni doya doya öpmek istiyorum, diye haykırdı. O zaman o da kollarını açarak -Öyleyse gel öp! dedi. Ali koştu, boynuna atıldı. Öteki çocuklar dururlar mı? -Biz de, biz de! Diye bağrışarak koştular. Kucağına atıldılar. Öptüler, öptüler. Heyecandan, sevinçten ağlıyorduk. Yaverler, paşalar ve hatta kendisi bile... Evet, yaptığı harplerin heyecanı, kazandığı zaferlerin sevinci belki onu ağlatmamıştır. Fakat bu bir avuç Türk yavrusunun içten gelen coşkunluğu onu sarsmış, heyecandan gözlerini bulandırmıştı. Gözlerine dolan yaşları tutmak için dudaklarını ısırdı. Sonra heyecandan titreyen bir sesle yanındakilere hiç unutamayacağım şu sözleri söyledi -İşte benim neslim bunlar! Atatürk'ün başyaveri Salih Bozok anlatıyor. Başkumandan, düşmandan kurtardığı İzmir' de geçireceği ilk gecesinin tarif edilemez sevincini yaşıyordu. İzmir' deki yeni evinde Mustafa Kemal Pasa ilk gecesini çalışarak geçirdi. Kendisi için zengin bir sofra hazırlandığı halde hiçbir yemeğe dokunmadan ufak tefekle karnini doyurdu ve geç vakitlere kadar çalıştı. Ertesi sabah erkenden uyanmıştık. Hafif bir kahvaltıdan sonra vilayet konağına gittik ve doğruca Vali'nin odasına girdik. Vali, İngiliz Konsolosu ile konuşuyordu. Biz gelince Vali ayağa kalktı ve Konsolos ile Mustafa Kemal Paşa’yı tanıştırdı. Konsolos, iyi Türkçe biliyordu. Pasa Vali' ye sordu —Konu nedir? Vali anlattı —“Sayın Konsolos, İngiliz tabasından olan vatandaşlar ile Rum, Ermeni, Yahudi gibi azınlıkların güven altında bulunduklarını belirtir bir " güvence" istiyorlar. Ben kendilerine herkesin eşit bicimde güven altında olduklarını bildirdim.” Mustafa Kemal Pasa, Konsolos' un Türkçe bildiğini biliyordu, öyle olduğu halde öfkesini belirtmek için sordu —“Ee, peki daha ne istiyormuş?” Bu soruya Konsolos Türkçe cevap verdi. —“Tabamız hakkında hükümetinizden yazılı teminat istiyorum!” Konsolos garip bir biçimde diklenmişti. Paşa’nın sesi havada kırbaç gibi sakladı —“Yunanlılar zamanında kendi tabanızı daha emniyette mi görüyordunuz?” Konsolos gerisinde İngiliz devletinin bulunduğunu belli eden bir kasılma ile —“Evet, Yunanlılar burada iken tabamızı emniyette görüyorduk. ” dedi. —“Öyleyse buyurun tabanızla birlikte Yunanistan'a gidin, efendim!” Konsolos kendisinden umulmayacak bir cesaret gösterdi —“Yani majestelerimin hükümetine savaş mı açıyorsunuz?” Mustafa Kemal iyice öfkelenmişti fakat öfkesini tuttu ve Konsolos'a —“Siz kiminle ve ne konuştuğunuzu biliyor musunuz? Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Türk Orduları Başkomutanıyım. Savaş açmaya, barış yapmaya hakkim var. Siz kimsiniz! Hükümetiniz adına savaş ve barış görüşmeleri yapmaya yetkili misiniz? Böyle bir yetkiniz varsa görüşelim. Yoksa eliyle kapıyı gösterdi buyurunuz efendim!” O kasım kasım kasılan Konsolos, Mustafa Kemal Paşa’nın son cümlesi üzerine sapsarı kesildi ve tek bir kelime söylemeden kapıdan çıktı gitti. Mustafa Kemal Paşa arkasından bir süre baktıktan sonra Vali'ye döndü —Yüz vermeyin Vali Bey! Bunlar karşılarında hala Babıâli Hükümeti var sanıyorlar. Bir zırhlısı önünde pusacak, bir blöfü önünde yelkenleri suya indirecek "devletçik" sanıyorlar bizi! Küstahlığın derecesine bakin, bana "Savaş mı açıyorsunuz?" diye soruyor, barut kokan bir odada sorduğuna bak! Savaş halinde değil miyiz sanki!” Kollarında ve omuzlarındaki işaretlerden amiral rütbesinde olduğu anlaşılan? İngiliz Donanması Komutanı, Hükümet Konağı’nın kapısından girerek Mustafa Kemal Paşa’nın odasına doğruldu. Nazik, fakat öfkeli bir hali vardı. Ruşen Eşref önüne çıkıp ne istediğini sorunca —“Başkomutan Mustafa Kemal Pasa ile görüşmek istiyorum!” Dedi. Birlikte odaya girdiler kapı kapandı. Amiral önce —Çok güç koşullar altında bir savaş kazandınız, sizi asker olarak içtenlikle kutlarım. Çanakkale' deki başarınızı rastlantıya borçlu olmadığınız, kanıtlanmış oldu. Büyük bir askeri tanıdığım için memnunum,” demiş. Mustafa Kemal Pasa çok hoşlanmış bu sözlerden. Amiral bir sure sonra konuya girmiş —“Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim tabamız ve sizin azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir? Güven de midirler?” —“Hiç kuskunuz olmasın Amiral! Türkiye' deki bütün insanlar gibi tabanız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da TBMM Hükümeti'nin eşit koruması altındadır. Suç islemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler.” —“Suç isleyenler? “ —“Suç isleyenler Sayın Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de adaletin huzuruna çıkarlar. Suçlu iseler, cezalarını elbette çekeceklerdir...” —Fakat Pasa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan ordusundan cesaret alan Rumların bazıları, şımarıklıklar yapmış olabilir. Bugün bu insanlar yerli halkın düşmanlığı ile yüz yüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan ayni şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemlice bir bölümü de hayatini kaybettiler. Bu ruh tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türklere zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır. Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!” Son cümleye kadar Amiral'i gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Pasa, dünyanın koparacağı gürültü ile kendini tehdide girişince, sözünü bıçak gibi kesmiş —“Şu Efendi Devlet rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacağını düşünmem! Bunlar memleketimin iç işleridir; kimsenin bu işlere karışmasına müsaade etmem! Majestelerinin devleti memleketimizin azınlıkları ile uğraşmaktan vazgeçsinler! Kim bize saygı beslemezse, bizden saygı beklemeye hakki olmaz!” Amiralin benzi kul gibi olmuş —“İngiltere Hükümeti’nin tabasını her yerde koruma hakki, devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz...”İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa’nın tepesi iyice atmış —“Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız! Türk ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı O dönemde İngiliz donanması İzmir limanında bulunmaktaydı boşaltacak güçtedir de... İsterseniz, Türk'e ihanet eden tabanızın ve azınlıklarınızın adaletten kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz! Donanmanızın da en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum!” Mustafa Kemal Paşa’nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi Amiralin yüzünde sakladıkça, Amiral ne yapacağını şaşmış ve en sonunda —“İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?” Demiş. İşte Paşa burada son sözünü söylemiş —Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması'nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık... Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Fakat görüyorum ki, nezaketimizi kötüye kullanmak eğiliminiz var... Buna müsaade edemem. Bizim gözümüzde "Barış antlaşması yapmamış" iki devletiz. Savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal karasularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum!” Bir balmumu heykeline dönmüş Amiral... Şişerek ve gerinerek girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçülmüş ve sonunda kekeleyerek —“Affedersiniz!” Demiş ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıkmış. Ruşen Eşref hem düşünceli hem de gülüyordu —“Paşa, Amirali anasından doğduğuna pişman etti. "Kendisinin Türk Topraklarında bir savaşçı olarak bulunduğunu "Paşa’dan öğrendiği zaman sapsarı kesildi... Tutuklanacağını, tutsak edileceğini sandı. İnce dudaklarını ısırıyor, parmaklarını birbirine kenetlemiş titriyordu. Karşısında Babıâli Paşası bulacağını sanıyordu herhalde... "İngiltere devletini kendi devletine eşit gören" bir Pasa ile karşılaştığı için, ihtiyatsızlık edip karaya çıktığına kim bilir nasıl lanet etmiştir...” Aradan bir saat geçti geçmedi... İngiliz gemisinden bir müfreze ve bir teğmen çıktı. Amiralden -devleti adına- bir ültimatom getiriyordu, Başkomutan'a kendi eliyle verecekti. Paşa’ya bildirdim; "Gelsin" dedi. Teğmeni içeri aldım. Ruşen Eşref tercümanlık yapıyordu. İngiliz çakı gibi bir teğmendi. Paşa’nın karşısında gösterişli bir selam verdi ve Ruşen Eşref aracılığıyla ültimatomu Paşa’ya ulaştırdı. Pasa —“Peki teğmen! Hükümetimiz ültimatomunuzu inceler ve hükümetinize gereken karşılığı verir. Siz geminize dönebilirsiniz...” Teğmen önce dışarı çıkacakmış gibi bir hareket yaptı, sonra da Ruşen Eşref’e donup —“Başkomutan, ellerini öpmeme müsaade buyururlar mı?” Ruşen Eşref, teğmenin dileğini Paşa’ya söyledi, Pasa —“Nereden icap etmiş sor bakalım!” Dedi. Teğmen —“Asker olarak zaferlerine, insan olarak kendisine hayranım... Lütfetsinler...” Teğmen Paşa’nın elini öptü, Pasa da teğmenin yanağını okşadı. Odayı boşalttık. Az sonra Ruşen Eşref'i çağırdı —“Metni okudunuz mu? Ne istiyorlar?” —“Paşam Amiral ile görüştüklerinizin yazı ile de pekiştirilmesi isteniyor.” —“Öyleyse Halide Hanım'ı Edip Adıvar bulunuz, hemen tercümesini yapsın ve metin olarak bana getirsin... Öte yandan bir kopyasını şifre ile Dışişleri Bakanlığına gönderin gerekeni yapsınlar... Durumu, ordu komutanı Nurettin Paşa’ya da bildiriniz. Gerekiyorsa benimle temas etsin...” Olay kısa bir süre içinde şehirde duyulmuştu… İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere bindirmeye başlamışlardı. Nitekim birkaç saat sonra da sessizce çekilip gittiler... Şimdiler de ABD ve AB'nin terbiyesizce nasıl bu kadar iç işlerimize karıştığını ve insanların bunu çok normal karşıladıklarını gördükçe bu ülke için ne kadar büyük bir anlam taşıdığı her geçen gün çok daha fazla anlaşılıyor, hissediliyor. Askerimizin başına çuval geçirdiklerinde kimsenin gıkı çıkmadı. Onun zamanında böyle bir olay olsaydı, nasıl tepki göstereceğini ben düşünemiyorum bile. Binlerce kez önünde saygıyla eğiliyorum. Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir is Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki is Bankası' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para. Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor. "Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar. "O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor. Sakal üzerine... Atatürk Amasya konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar; - Kimdir bu? Vali yanıt verir; - Efendim kendisi Sih'tir. Yörede çok hatırıvardır. Atatürk Sih'i yanına çağırır ve; - Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyunaltı hizasını gösterir. Sih; - Emrin olur Pasam diyerek yerine çekilir. Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk Amasya'daki Sih'i hatirlar ve Vali'yi telefonla arayip durumu sorar. Vali nasil söyleyecegini bilememekle birlikte, Sih'in sakal boyunda en küçük bir kisalma bile olmadigini aksine kimselere el sürdürmedigini anlatir. Atatürk telefonu kapatir, kagidi kalemi eline alir ve az sonra nazirini çagirip, yazdigi yaziyi Amasya Valiligi'ne teblig etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Sih Efendi Ata'yi görmek üzere Ankara'ya yola çikmis... Sih gelir, Ata'nin karsisina çikar. Sakal tamamen kesilmis, sinekkaydi bir tiras olunmus, saçlar kisaltilmis, kilik kiyafet bastan sona degistirilmis, bambaska bir görünüme bürünülmüstür. Atatürk'ün mesai arkadaslari bu degisimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar; - Aman Pasam, o Sih ki sakalina el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sagladiniz? Ata gülümser, sonra da yanindakilere dönüp; - Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Sih'i Afyon'a vali atadığımı bildirdim der. Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Sih’e vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır; - İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yârin başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkûm bırakmayalım. Kal sağlıcakla... verdiğim bir slâyt ın yazı şekli Bir gün Müslüman memleketlerinden birinde Mısır'da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine -"Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu. Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal -"Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu. Adamcağız yüzüne bakakaldı. -"Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..." -"Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız." Satı Kadın... Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken Kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaslısı, ihtiyari köylerin içinden geçen, köşede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seğirtti, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı ata'ya uzattı - bir soğuk ayran içermişiniz, dedi. Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata’sı, ayranı kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona - senin kocan kim? Diye sormuştu Köylü kadını, yüzü tunçlaşmış, elleri nasirli bir Türk anası Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengâver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu - ne zaman doğdun? - 1919’da Atatürk Samsun'a çıktığı zaman doğdum. Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yasında olması lazım gelirdi. Hâlbuki karsısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordu tekrar sordu - nasıl olur - evet, nasıl olurdu. Bu satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek - evet paşam, ondan evvel yaşamıyordum ki! Bu espri ata’yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi. Daha sonra biz satı kadını büyük millet meclisine giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz. __________________ ~Ben ISTEMEDiM~ Ben Istemedim Bu Ayriligi.. Ben Istemedim Bu Son Gidisi... Ben Istemedim Bu Yaslari... Ben Istemedim Bu Yanlizligi.. Ben Istemedim, Ben Istemedim , Senden Ayri Kalmayi... SeVGi , eMeK iSTeR ! eMeK , FeDaKaRLiK ! FeDaKaRLiK , YüReK ! YüReK iSe iNSaNDa oLuR . . .!!!
ATATÜRK'ÜN RESMİ * Kürsünün üstünde bir resim; * Gözleri denizlerden mavi, * Bakışları güneşlerden sıcak. * Bu resimle başlar bizim günümüz, * Kıvançla dolar, taşar gönlümüz. * Öğretmenimiz kürsüde * Verdiği dersi * Dinler bizimle birlikte, * Atatürk'ün resmi. * Çalışkanız çünkü * Çalışınca, * Bakarız. Atatürk güldü. * Bir yanlışlık yaparsak, * Bulutlanır gözleri, * Anlarız Atatürk üzüldü. Behçet NECATİGİL Atatürk Şiirleri MUSTAFA KEMAL * Mustafa Kemal'i gördüm düşümde, * Daha, diyordu. * Uğruna şehit olasım geldi hemen * Sabaha, diyordu. * Al bir kalpak giymişti al, * Al bir ata binmişti, al, * Zafer ırak mı? dedim, * Aha, diyordu. Fazıl Hüsnü DAĞLARCA ATATÜRK * Düşmanların elinden * Bizi kurtaran sensin. * Bu toprağı yeniden * Özenle kuran sensin. * Ünümüzü dünyaya * Mertçe duyuran sensin. * Gündüz gün, gece aya * Benzer kahraman sensin. * Adını büyük, küçük * Anıyoruz her zaman, * Adı büyük Atatürk * Anlı şanlı kahraman. * Nabzımızda atansın * Ey! Ölmeyen atamız. * Gönlümüzde yatansın * Seni unutamayız. Mehmet Necati ÖNGAY ATATÜRK * Yapraklar dökülür kasımlarda, * Yeller uğuldar vadilerde, ne çıkar, * Bir özgürlüksün çağlara en güzelinden, * Sen bayrak bayrak fikirsin, * Ölüşün diriliştir yeniden. * Başak saçlarında Anadolu'm, * Gözlerinde yurdumun denizleri, * Sen yarınlara uzanmış ışık, * Savaşta kartal, barışta defne çelengi, * Sen sonu yenmiş zamansın. * Sende çarpar, sende düşünür Türkiye'm, * Sende büyür kucaklar, * Ulusun beyni, toprağın yüreği, * Kemal Paşam, Atatürk’üm! * Sen mayıslarda doğan güneş, * Evrenimin sabahı, damarımın kanı, * Sen mavilerde yeşeren yapraksın, * Bir yolsun sevgi, sevgi * Sen her mevsimde açan baharsın! DEMİRAY ATATÜRK'TEN SON MEKTUP * Siz beni hâlâ anlamadınız * Ve anlamayacaksınız çağlarca da… * Hep tutturmuş "Yıl 1919, Mayıs'ın 19'u diyorsunuz * Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz. * Mustafa Kemal'i anlamak bu değil, * Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil. * Bırakın o altın yaprağı artık, * Bırakın rahat etsin anılarda şehitler. * Siz bana, neler yaptınız ondan haber verin. * Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin? * Mustafa Kemal'i anlamak yerinde saymak değil, * Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil. * Bana, muştular getirin bir daha, * Uygar uluslara eşit yeni buluşlardan… * Kuru söz değil, iş istiyorum sizden anladınız mı? * Uzaya Türk adını Atatürk kapsülüyle yazdınız mı? * Mustafa Kemal'i anlamak avunmak değil, * Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil. * Hâlâ, o, acıklı ağıtlar dudaklarınızda, * Hâlâ oturmuş, 10 Kasımlarda bana ağlıyorsunuz. * Uyanın artık diyorum, uyanın, uyanın! * Uluslar, fethine çıkıyor, uzak dünyaların… * Mustafa Kemal'i anlamak göz boyamak değil, * Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil. * Beni seviyorsanız eğer ve anlıyorsanız; * Laboratuarlarda sabahlayın, kahvelerde değil. * Bilim ağartsın saçlarınızı… Kitaplar… * Ancak, böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar… * Mustafa Kemal'i anlamak ağlamak değil, * Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil. * Demokrasiyi getirmiştim size, özgürlüğü… * Görüyorum ki, hâlâ aynı yerdesiniz, hiç ilerlememiş, * Birbirinize düşmüşsünüz, halka eğilmek dururken. * Hani köylerde ışık, hani bolluk, hani kaygısız gülen? * Mustafa Kemal'i anlamak itişmek değil, * Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil. * Arayı kapatmanızı istiyorum uygar uluslarla * Bilime, sanata varılmaz rezil dalkavuklarla. * Bu vatan, bu canım vatan, sizden çalışmak ister, * Paydos övünmeye, paydos avunmaya, yeter, yeter! * Mustafa Kemal'i anlamak aldatmak değil, * Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil. Halim YAĞCIOĞLU ATATÜRK * Adını adımdan önce, * Heceledim, öğrendim, * Duvarları, kitapları, * Senin resminle beğendim. * Bin bir biçim içinden, * Bir anda seçerim yüzünü, * Kimse alamaz içimden, * Gözlerinin gündüzünü. * Bütün bildiklerimden, * Daha yakınsın yüreğime, * Alfabeyi hecelerken, * "Atatürk" yakıştı elime. * Seni yazdım, okudum, * Seni belledim yürekten, * Her törende birlikteyiz, * Bayrağın içinde sen, ben. * Daha iyi anladım her yıl, * Açıldıkça düşüncelerim, * İlk sevgim büyür, büyür de, * Seni daha da severim. * Her yön sen olursun sen, * Kitap, tren, şapka, kravat, * Sen Türkiye'mi uçuran, * En büyük tanrısal kanat. * Her On Kasım'da gözlerimiz, * Bir daha ağlarken sana, * Bir kez daha inanırız, * Her yerde yaşadığına. İbrahim Zeki BURDURLU BİR TUTKUDUR MUSTAFA KEMAL * Bir Tutkudur Mustafa Kemal; * Nice sevdalara değişilmeyen. * Yitirilmiş Kasımlarda açan umuttur, * Bir baştır, vazgeçilmeyen... * Bir Türküdür Mustafa Kemal; * Suskun ağızlarda söyleşir, durur. * Çaltıburnu'nda gözetir denizi. * Köroğlu'nda bağdaş kurup oturur... * Bir İnançtır Mustafa Kemal; * Yurdun dört yönünde, bir çağdır yaşayan. * Sarmış kollarıyla, çepçevre ulusu. * Sakarya boylarından Akdeniz'e taşıyan... * Bir Anlamdır Mustafa Kemal; * Belkahve'den dürbünüyle seyrediyor İzmir'i. * Özgürlük diyor, al atının üstünde, * Kırıyor kılıcıyla, tutsak eden zinciri... * Bir Bayraktır Mustafa Kemal; * Çekilmiş kalelere, rüzgârda dalgalanan. * Bozkırın bağrında yol alan kağnılara, * Işık tutan, güç veren, yol bulan... ERGENELİ MUSTAFA KEMAL'LER TÜKENMEZ * Tükenir elbet gökte yıldız, denizde kum tükenir * Bu vatan bu topraklar cömert * Kutsal bir ateşim ki ben sönmez * İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez * Ben de etten kemiktendim elbet * Ben de bir gün geçecektim elbet * İki Mustafa Kemal var iyi bilin * Ben işte o ikincisi sonsuzlukta * Ruh gibi bir şey görünmez * İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez * Hep kardeşliğe bolluğa giden yolda * Bilimin yapıcılığın aydınlığında * Güzel düşünceler soyut fikirlerde ben * Evrensel yepyeni buluşlarda * Geriliği kovmuşum ben dönmez * İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez * Başın mı dertte beni hatırla * Duy beni en sıkıldığın an * Baştan sona her şeyiyle bu vatan * Sakın ağlamasın Kasım'larda Fatih'ler Kanunî'ler ölmez * İnanın Mustafa Kemal'ler tükenmez Halim YAĞCIOGLU MUSTAFA KEMAL'İ DÜŞÜNÜYORUM * Mustafa Kemal'i düşünüyorum; * Yeleleri alevden al bir ata binmiş * Aşıyor yüce dağları, engin denizleri, * Altın saçları dalgalanıyor rüzgârda, * Işıl ışıl yanıyor mavi gözleri... * Mustafa Kemal'i düşünüyorum; * Yanmış, yıkılmış savaş meydanlarında * Destanlar yaratıyor cihanın görmediği * Arkasından dağ dağ ordular geliyor * Her askeri Mustafa Kemal gibi. * Mustafa Kemal'i düşünüyorum; * Gelmiş geçmiş kahramanlara bedel * Hükmediyor uçsuz bucaksız göklere. * Al bir ata binmiş yalın kılıç * Koşuyorlar zaferden zafere... * Mustafa Kemal'i düşünüyorum; * Ölmemiş bir Kasım sabahı! * Yine bizimle beraber her yerde. * Yaşıyor dört köşesinde vatanın * Yaşıyor damar damar yüreklerde. * Mustafa Kemal'i düşünüyorum * Altın saçları dalgalanıyor rüzgârda, * Mavi gözleri ışıl ışıl görüyorum. * Uykularıma giriyor her gece. * Ellerinden öpüyorum. OĞUZCAN SEN VARSIN ATATÜRK'ÜM HER ŞEYİMİZDE * Bu gün yatağımdan hür kalkıyorsam * Ekmeğim ak suyum berraksa, * Ağaçlar çiçek açıyor * Topraklar ısınabiliyorsa, * Sesim gür çıkıyor * Özgür özgür bakabiliyorsam, * Sen varsın gözbebeklerimde * Sen varsın Atatürk'üm sen varsın. * Yazabiliyorsam gönlümce * Okuyabiliyorsam... * Kazabiliyorsam toprağımı * Gün ışığında çapa kürek elde, * Çalışabiliyorsam gece gündüz * Ekip biçebiliyorsam dileğimce, * Sen varsın yüreğimde * Sen varsın Atatürk'üm sen varsın. M. Esat TOZKOPARAN ATATÜRK'Ü GÖRDÜM DÜŞÜMDE * Sizler yaşadıkça çocuklarım * Ben de yaşıyorum demek, * İşte aranızdayım Ahmetler, Mehmetler'le, * Sizler yaşadıkça çocuklarım * Elele * Yanınızdayım * Sizler yaşadıkça çocuklarım * Daha ferah içim, * Gök daha geniş denizler daha geniş, * Vatan ya vatan, * Vatan sonsuzluktan gelmiş * Sonsuzluğa açılan yol * Vatan siz. * Sizler yaşadıkça çocuklarım * Bilin ki * Ben de yaşarım, * Bir sevinç düştü mü içinize * Bir keder düştü mü içinize * Bilin ki * Aranızda ben varım. ERGÜVEN MUSTAFA KEMAL'İN ELLERİ * Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in; * Zaferi, barışı yaratmış elleri. * Hürriyeti, saadeti, adaleti * Sevgiyle dağıtmış elleri. * Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in, * İçli, temiz, mert elleri, * Bütün nimetlerini sunmuş bize * Türk sofrası gibi cömert elleri. * Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in; * Öğretmen elleri. * Bir tahta başında, bir kürsüde * Bize bizi öğreten elleri. * Elleri konuşuyor Mustafa Kemal'in; * Işık, deniz, sel elleri. * Bizi her şeyden çok seven * Güzel elleri. A. Hikmet PAR
ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU - 1 Mustafa, annesi ve kız kardeşi ile birlikte dayısının çiftliğine gitti. Akşamüstü çiftliğe vardıklarında dayısı onları çok candan bir şekilde karşıladı. Hal-hatır sormalardan, iltifatlardan sonra akşam yemeği yendi. Yemekten sonra bir saat kadar daha sohbet edildi ve ardından geceyi geçirmek üzere odalarına çekildiler. Ertesi sabah sabahın erken saatlerinde dayısı Mustafa’ya çiftliğin her tarafını gezdirip gösterdi. Öğle vaktine doğru bakla tarlasına gittiler. Tarlanın kenarına geldiklerinde dayısı parmağı ile tarlasındaki tohumları yemekte olan kargaları işaret ederek “ Bak Mustafa, şu kargaları görüyor musun? İşte bunlar bizim baş düşmanımız. Ben uğraşayım, çalışayım, onlar gelsinler tohumları yesin bitirsinler. Oh ne ala, ne ala! Kimseye faydası olmaz şu karga murdarının. Yaptıkları anca zarar, ziyan. Bir de şu korkuluğun omuzlarına, kafasına konarlar “ gak gak “ diye öterler yüzlü yüzlü. Korkuluğun sadece adı korkuluk. Şu hale bak. Dört beş karga omuzlarına konmuş, yemişler tohumları, doymuşlar, güneşleniyorlar. Gel Mustafa, kovalım şunları “ diye söylendi. Mustafa ile dayısının geldiklerini gören kargalar uçup gittiler. Daha sonra dinlenmek için bir ağacın altına otururlarken Mustafa, dayısına “ Dayıcığım, bu tarla hep böyle midir? “ dedi. “ Yani içinde çalışan, bekleyen olmadığı zamanlar kargalar tohumları yerler mi? “ Dayısı “ Yerler Mustafa’m yerler. Bunlar sahipsiz bir tarla görmesinler. Onu, yirmisi toplanır gelir. Böyle gündüzleri tarlada beklemezsen birkaç haftaya kalmaz toprakta bir tek tane bırakmazlar” dedi. Bunun üzerine Mustafa konuyu toparlama ihtiyacı hissetti “ Peki dayıcığım, o zaman kargalar tohumları yiyip bitirmesinler diye sabahtan akşama kadar bekçilik yapmak zorunda kalıyorsunuz. “ “ Aynen dediğin gibi oluyor Mustafa. Çiftlikte yapılacak bir sürü iş varken, ben buraya gelip karga peşinde koşuyorum. Ne yaparsın ki, bu bakla tarlası çok önemli. Baklalar olgulaşınca hem kendimize yemeklik oluyor, hem de arabaya yükleyip pazarda satıyorum; iyi de para ediyor. “ “ Demek ki burada bekçilik yapmak işleriniz için büyük engel teşkil ediyor, sevgili dayıcığım. O halde izin verirseniz yarından tezi yok kardeşim Makbule ile gelip burada bekleriz. Siz de çiftlikteki işleri yoluna koyarsınız. Kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğimi bilmenizi isterim. “ “ Hay, sen aklınla bin yaşa, Mustafa! Bak bu hiç aklıma gelmemişti. Daha önce defalarca düşünüp de içinden çıkamadığım bu büyük sorunu kolayca çözüverdin. Bugün akşama kadar burada kalırız. Tarla bekçiliği nasıl yapılır iyice öğrenirsin. Zaten zor bir tarafı yok canım. Biraz dikkatli olup kargaları kollaman yeterli. Akşama çiftliğe dönünce annene ben söylerim. Onun da rızasını almak lazım. “ Ertesi sabah erkenden yengesinin hazırladığı börekleri bir torbaya koyan Mustafa kız kardeşi Makbule ile birlikte dayısının bakla tarlasına geldi. Gelir gelmez de, tarlaya inen kargaları kovalamaya başladılar. Öğle vaktine doğru ikisi de çok yorulmuştu. Bunun sebebi Bir defa tarla oldukça büyüktü. Bir tarafa üç beş karga tohumları yemek için gelseler Mustafa ile Makbule hemen koşuyorlar kargaları kovalıyorlardı. Aynı kargalar uçuyorlar, tarlanın öteki tarafına iniyorlardı. Tarlanın bir başından bir başına koşup durmak onları yormuştu. İşin içine başka kargalar da karışınca durum iyice çekilmez hal almıştı. Öğle vakti bir köşede oturup yengesinin hazırladığı börekleri yerlerken Mustafa Makbule’ye sorunu kökünden halledecek bir yöntem bulduğunu söyledi ve şunları ekledi “ Makbule, kargaların bize oynadığı oyunun bilmem farkında mısın? Biz bu tarlaya gelir gelmez acemi olduğumuzu anladılar. Uygulamak istediğim yöntem oldukça basit. Tarlanın ortasında bulunan kulübenin içinden tarlayı enlemesine bölen bir çizgi çektiğimizi farz edelim. Bu çizgi tarlayı iki eşit parçaya böler. Yukarı tarafta kalan parça biraz meyilli, burası benim olsun. Aşağı tarafta kalan parça dümdüz, burası da senin olsun. Herkes kendi bölgesindeki kargaların kovalanmasından sorumlu olacak. Eğer kendi bölgenin ortalarına yakın bir yerde durmaya özen gösterirsen sabahki yorgunluğunun iki kat azaldığını fark edeceksin. Şimdi konuyla ilgili bana sormak istediğin bir şey var mı? “ “ Ne diyebilirim ki Mustafa abi. Sen yapmamız gerekeni tam olarak anlattın. Burada bana düşen görev anlattıklarını eksiksiz olarak uygulamamdır. “ “ Aferin sana Makbule. Senin gibi söz dinleyen, kavrayışı kuvvetli bir yardımcı ile çalışmak benim için şereftir. Bu başarı sadece benim değil, ikimizin başarısı olacaktır. Şimdi biraz acele edelim, böreklerimizi yiyelim de işe başlayalım. Bak kargalara, meydanı boş bulunca nasıl da çoğalıverdiler. Belki şu an için tarlanın üstünde uçmaktan başka bir şey yaptıkları yok ama eğer acele etmezsek birer ikişer tarlaya inmeye başlayacaklarına eminim. Dayıma, kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğim, diyerek söz vermiştim. “ Mustafa’nın kendi buluşu olan yöntem başarılı oldu. Akşamüstü hava kararmaya başladığında kargalar geceyi geçirmek için konaklama yerlerine giderlerken aç ve yorgundular. Çiftlikte yenen akşam yemeğinden sonra Makbule, o gün olanları ve kargaların üzgün ve perişan bir şekilde gidişlerini anlatırken, odada bulunanlar kahkahalarla gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Annesi Zübeyde Hanım, “ Benim Mustafa’m çok akıllıdır “ diyerek sarı saçlı, mavi gözlü oğlunu gururla alnından öperken, Mustafa vakur halini hiç bozmadan duruyor, sadece gülümsemekle yetiniyordu. ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU - 2 Mustafa’nın kız kardeşi Makbule rahatsızlandığı için çiftlikte kalmıştı. Bugün Mustafa tek başına bakla tarlasında bekçilik yapacaktı. Şu karga kovalama işinin pek bir zorluğu kalmamıştı. Bakla tarlasına gelmeye başladığı ilk günlerde kargalar Mustafa’nın ne derece zorlu bir rakip olduğunu anlamışlar ve onun uyguladığı yöntemi müthiş bir mücadele örneği göstermelerine karşın boşa çıkaramamışlar, çekilip gitmişlerdi. Mustafa sabah erkenden bakla tarlasına gelince tarlanın tam ortasında bulunan kulübenin önüne bir sandalye çıkarıp oturdu. Aradan yarım saat geçmeden canı sıkılmaya başladı. Böyle boş oturmak O’na göre değildi. O, bir şeylerle meşgul olsun, bir işe yarasın, faydalı olsun isterdi. Dayısının bakla tarlasında bekçilik yapmakla bir işe yarıyordu, faydalı oluyordu, fakat bunlar yeterli miydi? Hayır, yeterli değildi. Ne yapabilirdi? Kulübede birkaç tane ders kitabı vardı. Kitap en iyi arkadaştı. Okurdun, öğrenirdin, fikirlerin gelişirdi. Mustafa bir kitap alıp okumaya başladı. Böylesi çok daha iyiydi, hem artık canı da sıkılmıyordu. Aradan iki saat geçmişti. Mustafa ilerdeki tarlaların arasındaki patika yoldan yaşlı bir adamın geldiğini gördü. Yaşlı adamın yanında bir kuzu vardı. Onun gelip tarlanın kenarındaki bir ağacın altına oturmasını fırsat bilen Mustafa yerinden kalktı, kitabı kulübeye bıraktı ve yaşlı adamın yanına gitti. Mustafa söze şöyle bir giriş yaptı “ Merhaba dede, nereye böyle? “ Yaşlı adam “ Yolcuyum ben evlat, kasabaya oğlumun yanına gidiyorum. Bu kuzuyu toruna hediye olarak götürüyorum. Geçen ay köye gelmişlerdi, bir hafta kaldılar. Torun kuzu diye tutturmuştu. Ben de, şimdi çok küçükler, biraz büyüsünler bir tane sana getiririm dediydim. Alsın kuzuyu besleyip büyütsün. Dünyada en önemli şey sevgidir. Sevgisiz kalmış bir insan kuru bir ağaca benzer. Zamanında onun kalbine sevgi tohumu ekilmemiştir, sevmek öğretilmemiştir. Bir bilinmezlik içinde bocalar durur. Yüzyıllardır süregelen anlamsız kargaşayı sevgi yoksunu insanlar çıkardılar. Toplumları birbirine düşman ettiler. Sonuçta bunun acısını insanlık çekti. İnsanlara sevgiyle yaklaşmalı, onların kalplerine sevgi tohumu ekmeliyiz. Sevmek çok güzel bir duygudur ve insanı hayata bağlar. Sevelim, sevilelim, hayatın tadına varalım. “ Yaşlı adam konuşurken Mustafa oturmuş ve anlattıklarını ilgiyle dinlemişti. Şimdi söz hakkı Mustafa’nındı “ Dede, bazı insanlar nedense vatanlarını sevmiyorlar. Ben vatanımı çok seviyorum ve bu vatanın evladı olduğum için gurur duyuyorum. Şimdi vatanlarını sevmeyenler vatanını sevmeyi nasıl öğrenecek ve ben vatan sevgimi nasıl geliştirebilirim. Tavsiyelerin neler olacak? “ Mustafa’ nın coşku dolu konuşması yaşlı adamı şaşırtmıştı. On yaşlarındaki bir çocuğun bu derece bilgili ve kültürlü olması, düşüncesini korkusuzca söyleyebilmesi, öğrendiklerini yeterli bulmaması, yeni bir şeyler daha öğrenmek için soru sorması akıl alır gibi değildi. Hani bu yaşlardaki kaç çocuğun aklına gelirdi vatan sevgisi? Yaşlı adam düşüncelerinden sıyrılınca, gülümseyerek “ Evlat, adını demedin bana, neydi adın? “ deyince Mustafa “ Dede, benim adım Mustafa “ dedi. Bunun üzerine yaşlı adam “ Sana tavsiyem Büyük Vatan Şairi Namık Kemal olacak. Namık Kemal, türlü engellemelere karşın vatanını çok sevdiğini haykırmaktan çekinmedi. Bu uğurda çok acı çekti, fakat hiçbir acı O’nu vatanına hizmetten alıkoyamadı. “ Mustafa “ Bundan sonra Namık Kemal’in şiirlerini daha bir önem vererek okuyacağıma söz veriyorum. Dede, mutluluk nedir sence? Ben mutlu olmak insandan insana değişebilir diyorum “ dedi. Yaşlı adamın mutluluk hakkında söyledikleri şunlar oldu “ Mutluluk yaşamsal bir gerçektir yani yaşamda mutluluk vardır ve her insanın mutluluğu ayrıdır. Hakkın olan mutluluğu başkalarının mutluluğuna gölge düşürmeden istemek sana kalmıştır. Mutlu olmak için büyük şeyler istemek gerekmez. İnsan isterse bir kelebeğin uçuşunu görüp mutlu olabilir. Her neyse Mustafa yavaş yavaş kalkayım. Hava kararmadan kasabaya varmalıyım. Anlattıklarımın sana bir parça faydası olduysa ne mutlu bana. İyi günler dilerim. “ Mustafa “ Ne demek dede, hem de çok faydası oldu. Ben de sana iyi günler dilerim. Yolun açık olsun “ dedi. Mustafa yaşlı adam gittikten sonra kulübeye döndü ve sandalyesine oturarak konuşulanları düşünmeye başladı. ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU – 3 Bir akşam yemeği sonrasında çiftlikteki odada oturulmuş ve gündelik olaylar konuşuluyordu. Hüseyin Ağa “ Yarın erkenden elma bahçesini çapalayıp, yabani otları ayıklamaya gidecektim ama çapayı bulamadım. Hanım, çapayı bir yere koymuş olmayasın? “ Hüseyin Ağa’nın karısı “ Efendi, çapanın alet dolabında olması lazım. İki gün önce temizlik yaparken oradaydı. “ Hüseyin Ağa “ Öyle de bugün akşamüstü baktım dolapta yoktu. Belki dedim sağa sola bırakmışlardır. Aradım, bulamadım. “ Hüseyin Ağa’nın çocukları, Zübeyde Hanım, Mustafa ve Makbule çapayı almadıklarını söylediler. Bunun üzerine Hüseyin Ağa “ Hanım, son günlerde çiftliğe yabancı biri geldi mi? “ diye sordu. Karısı “ Hayır Efendi, kimse gelmedi. Hep biz bizeyiz. “ Hüseyin Ağa “ Desene çapa sır olup uçtu. “ Mustafa fikrini söylemek ihtiyacını hissetmişti “ Dayıcığım, çiftliğe hırsız girmiş olamaz mı? “ Mustafa’nın sorusu odada bulunanların üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Gözler Mustafa’dan yana döndü. Hüseyin Ağa “ Ne hırsızı? “ diyebildi. Mustafa “ Bir hırsız gelmiştir, çiftliğe girip çapayı çalmıştır. “ Hüseyin Ağa “ İki gündür ben, yengen, annen ve çocuklar çiftliğin avlusundaydık. Ayrıca köpekler var. Onlar geceleri burada kuş uçurtmazlar. Hani dediğin olmaz diyemem ama biraz zor. Hem hırsız neden sadece çapayı alsın, öteki aletleri de alıp götürebilirdi. Bırak çapayı, aletleri, çiftlikte daha değerli pek çok eşya var. Bunlar dururken neden yalnızca çapayı aldı? “ “ Dayıcığım, hırsızın ya çapa çok işine yarıyor ya da çapayı satmak kolayına geliyor. Sadece çapayı almasının nedeni vereceği zararın büyük olmasını istemediğinden, yani hırsız insaflı biri. Gündüz gelse gören olurdu. Kimse onu görmediğine göre gece geldi. Köpekler hırsızı tanıdıkları için ses çıkarmadılar. Bu da hırsızın köyden biri olduğunu gösteriyor. “ “ Pes be Mustafa, senin zekâna diyecek yok doğrusu. Aslında ben de zeki sayılırım ama sen benden çok ilerdesin. Ortada fol yok, yumurta yok , alt tarafı bir çapa kayboldu. Bana kalsa yarın çapayı arar dururum. Sana inanıyorum Mustafa ve yarın çapayı aramayacağım. Artık geceleri nöbet tutacağız. İlk nöbet benim. Eee, sen ne diyorsun Zübeyde, şu hırsız işine? “ “ Mustafa’nın dediklerine katılıyorum. O, boşuna konuşmaz. Söyledikleri hep doğru çıkar. Daha on yaşında ama çok akıllı. Bambaşka bir çocuk. Darısı bütün çocukların başına. “ Hüseyin Ağa gece yarısına kadar çiftliğin avlusunda nöbet tuttu. Daha sonra nöbeti Mustafa devraldı. Mustafa avluyu en iyi görebileceği yer olan çiftlik evinin birinci kat merdiveninin orta sırasına oturdu. Alet dolabının bulunduğu kulübe yan taraftaydı. Eğer hırsız gelirse önünden geçecek ve onu rahatça görecekti. Aradan bir saat geçmişti ki, Mustafa karşıdaki ağaçlıktan hızlı adımlarla yürüyerek gelen bir gölgenin alet dolabının bulunduğu kulübeye girdiğini gördü. Gölge, o kadar rahat hareket ediyordu ki, hayret edersin. Sanki babanın çiftliği, gel gir hiç korkmadan, dimdik yürü, kazma, kürek, çapa eline ne gelirse al git. Mustafa köyden olan bu adamı ay ışığı altında tanımıştı. Onun mert, dürüst biri olduğunu biliyordu. Konuşmuşlukları, tanışmışlıkları vardı. Bırak Hüseyin Ağa’yı, bırak çifti-çubuğu, benim küçük dostum, sen büyümüşsün küçülmüşsün ama yine büyüyorsun ve sonsuza dek büyüyeceksin diyen birinin yani bu adamın, kendisini hiçe saymasını, kendisinin de bulunduğu çiftlikten bir şeyler çalmasını onuruna yediremedi. Mustafa kızgın bir şekilde yerinden kalktı, gitti kulübenin kapısının dört-beş metre gerisinde durdu, ellerini beline dayadı, bekledi. Biraz sonra kulübeden çıkan adam kapıyı kapadı. İki adım attı, Mustafa’yı gördü, elindeki kürek yere düştü. Adamın gözleri yaşardı, belli ağlıyordu. Adam elinin tersiyle gözyaşlarını sildikten sonra başını sağa-sola birkaç kere salladı ve küreği yerden alarak Mustafa’nın yanından yürüdü, gitti. Mustafa o gece sabaha kadar nöbet tuttu. Aslında Mustafa’dan sonra nöbet sırası amcasının oğluna geliyordu ama Mustafa amcasının oğlunun yerine de nöbet tutmuştu. Çünkü O, yarın yapacağı girişimleri bir plan dahilinde belirlemek istiyordu. Adam çapayı, küreği çalmıştı ama bunun bir nedeni olmalıydı. Kimse durup dururken başkasının malını izinsiz almazdı. Bu bir suçtu fakat suçluyu suç işlemeye iten nedenler vardı. Nedenlerin sebepleri vardı. Mustafa ertesi gün öğle vakitleri adamın evine gitti. Kapıyı dokuz yaşındaki Ahmet açtı. Mustafa “ Vay Ahmet, canım kardeşim. Nasılsın, iyi misin? Ben geldim. “ Ahmet “ Hoş geldin, Mustafa abi. Sağ ol, iyiyim. “ Mustafa “ Ayşe nerede? Neden buraya gelmiyor? “ Ahmet “ Mustafa abi, Ayşe annemin yanında. Annem bir haftadır hasta. Babam annem ölmesin diye dün kasabaya yürüyerek gitti. Birisi çapa vermiş ödünç diye, onu rehin bırakıp ilaç almış. İlacı anneme içirdik. Bu sabah babam yine kasabaya gitti. Elindeki küreği rehin bırakıp ilaç alacakmış. Daha sonra babam çapayla küreği parasını ödeyip geri alacak ve sahibine teslim edecekmiş. Babamın getireceği ilaç annemi iyileştirecekmiş. Sence annem iyileşir mi Mustafa abi? “ İnsanın taş yürekli olması lazımdı bu durum karşısında ağlamaması için. Mustafa gözyaşlarını tutamadı. Birkaç dakika sonra Mustafa ile Ahmet içeri girdiler. Ayşe yatakta yatan annesinin başucundaki sandalyede oturuyordu. Mustafa’yı görünce ayağa kalktı. Hasta kadın kollarını iki yana açarak Mustafa’nın sarılmasını bekledi. Mustafa sandalyeye oturdu ama bu davranışının sebebini açıklaması gerekti. “ Yengeciğim iyileşince birbirimize sarılırız. Yine eskisi gibi güzel günlerimiz olacak. Bundan sonra daha fazla evinize geleceğim. Yanlış bir hareketiniz hastalığınızın artmasına yol açabilir. Bunun için size sarılmadım. “ Hasta kadın zorlukla konuştu “ Olur Mustafa. Dediğin gibi olsun. Ben de en kısa zamanda iyileşmeye bakarım. “ Daha sonra çiftliğe dönen Mustafa olanlardan kimseye söz etmedi. Yeni gelen ilaçları içen kadın on beş gün içinde iyileşti. Adam başkasının tarlasında çalışarak kazandığı parayla çapayı ve küreği rehinden kurtardı. Bir gece yarısı son defa çiftliğe girerek çapayla küreği yerine bıraktı. Son sözü Mustafa söyledi “ Akıl ve mantık çizgisinden ayrılmayan insan olmanın bilincine varır. İnsan iradesini kullanarak gerçekleri görür. Yanlışta bile olsan doğru gözünün önündedir. Gözünün önündekini görmek için göz kapaklarını aralarsın yani okuyup öğrenirsin. ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU - 4 Bazı günler Mustafa Makbule’yi bakla tarlasında yalnız bırakıp çevrede gezmeye çıkıyordu. Bir gün Mustafa gezerken bir kaval sesi duydu. Bu kavalı kimin çaldığını merak edip kaval sesinin geldiği tarafa doğru yürüdü. Biraz gidince baktı ilerdeki bir ağacın altında on yaşlarında bir çoban kaval çalıyor, etrafında da koyunlar otluyordu. Mustafa bu çocuğun kavalıyla yarattığı sihirli dünyasını bozmak istemedi. “ Varsın çalsın garip “ diye düşündü. “ Ben de o kaval çalmayı bırakıncaya kadar burada oturur, beklerim. “ Aradan yarım saat geçti. Çocuk, türküler, oyun havaları çaldıktan sonra kavalını ağaca yasladı ve azık torbasını açıp yanında getirdiği yiyecekleri yemeye başladı. Mustafa oturduğu yerden kalktı, çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Karşıdan birisinin gelmekte olduğunu otların hışırtısından duyan çocuk başını kaldırdı. Geleni tanımıyordu. “ Acaba kim ki? “ diye düşündü. Mustafa çocuğun yanına gelince gülümseyerek “ Merhaba arkadaş, afiyet olsun “ dedi. “ Benim adım Mustafa. İzin verirsen yanına oturmak istiyorum. “ Çoban çocuk “ Tabii gel gel, buyur şöyle “ dedi. “ Hem bak acıktıysan hiç çekinme ye bir şeyler karnını doyur. Yemezsen, darılırım. “ Mustafa çocuğun yanına oturdu. Sessizce ikisi birlikte yemeklerini yediler. Daha sonra Mustafa “ Arkadaş, çok güzel kaval çalıyorsun. Kendi kendine mi öğrendin yoksa bir öğreten mi oldu? “ diye sordu. Çoban çocuk “ Köylük yerde böyle eften püften işleri öğreten olmaz “ dedi. “ Benim dedem de çoban, babam da çoban, eh, ben de çoban. Beş yaşına bastığımda babam, haydi bakalım Ali, al güt şu koyunları, deyip on tane koyun verdi bana. O günden bu yana çoban olup çıktık işte. Dedemi, babamı kaval çalarken dinledimdi. Bir gün canım sıkıldı, bu kavalı yaptım. Öyle böyle derken öğrendim çalmasını. Güzel çaldığımı az önce sen dediydin. Sağ olasın. “ “ Peki, arkadaş, çoban olarak yaşamını sürdüreceğini söylüyorsun. Tabiatla iç içesin, koyunlarını güdüyorsun, dilediğince kavalını çalıyorsun. İşine pek karışan olmaz. Özgürsün, belki mutlusun da. Fakat senden öncekilerden gördüğün, onların yaşadığı yaşam tarzının dışına çıkarak, dışarıya taşarak, daha aktif bir hayat yaşamayı arzulamaz mısın? Kendine bir hedef seçersin ve hedefine varmak için yeterli bilgiyi öğrenmeye okula gidersin. Bu ön bilgiyi öğrendikçe, öğrendiklerinin ışığında fikirlerini geliştirirsin. Eğer isterse kişi vatanına, milletine faydalı olabilecek pek çok iş başarır. “ “ Ne yalan söyleyeyim, söylediklerinin bazı yerlerini tam olarak anlayamadıysam da çoğunu anladım. İyi güzel diyorsun da bizim köyde okul yok ki. Şehirdeki okula gitmeye kalksam, hiç tanıdığımız yok orada, kalacak yerim yok. Zaten babamlar bırakmazlar gideyim. Belki onlar da isterler Ali amir-memur olsun ama şu gördüğün koyunların başına bir çoban lazım. Herkes amir-memur olsa, çobanlığı kim yapacak? Boş ver beni be, düşünme beni be, bırak ben çoban kalayım. Sen asıl kendinden haber ver, buralarda kimlere misafir geldin ki? Hem senin geldiğin şehir büyük mü? Sizin okulda çok çocuk var mı okula giden? “ “ Bak arkadaş, hayatta insanın eline birtakım fırsatlar geçer. Önemli olan ele geçen bu fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bunun için de gayret gereklidir. Eğer biz seçtiğimiz hedefe ulaşmak için yeterli gayreti göstermezsek, zaman içinde, hedefimize gittikçe yaklaştığımızı değil, bilakis hedefimizden giderek uzaklaştığımızı fark ederiz. Kimsenin kimseye zorla meslek seçtirmesine taraftar değilim. Severek yapılmayan bir iş, bir uğraş, kişiye hayatı anlamsız kılar. Böyle biri de, eğer çıkış yolu bulamazsa yani hayatını anlamsızlıktan kurtaramazsa vatanına, milletine gerektiği şekilde faydalı olamaz. Şimdi arkadaş, sen şehirdeki okula gitmeye kalksan orada yatılı bir okula girerdin ve kalacak yer diye bir sorunun olmazdı. Az önceki sözlerinden bunun için birtakım engeller çıkabileceğinden çekindiğini anladım. Ayrıca da, senin buradaki yaşantından pek şikayetçi olmadığını fark ettim. Fakat okuma-yazma isteği ile yanıp tutuştuğun belli. Benim okuduğum okulda okuyan çocukları merak etmen bunu gösteriyor. Ben, annem ve kız kardeşimle birlikte Selanik’ten dayım Hüseyin Ağa’nın yanına geldik. Kız kardeşimle birlikte dayımın bakla tarlasında bekçilik yapıyoruz. Fırsat buldukça çevrede gezintiye çıkıyorum. İşte böyle bir gezinti anında seni gördüm, yanına geldim, oturduk, konuşuyoruz. İki ay kadar dayımın çiftliğinde kalacağız. Yani iki ay seninle bir arada olabiliriz demek istiyorum. Arkadaş, eğer istersen sana okuma-yazma öğretmek istiyorum. Biz buradan giderken sen okuma-yazma öğrenmiş olursun ve sana bırakacağım ders kitaplarını okuyup iyice öğrenirsin. Bu arada boş durmayıp arkadaşlarına da okuma-yazma öğretmek için çaba sarf edersin. Yakın bir gelecekte sizin köyün öğretmeni olursun. Ne dersin arkadaş, ister misin okuma-yazma öğrenmek? “ “ Tabii ki, isterim istemesine de, becerebilir miyim dersin okuma-yazma öğrenmeyi? “ “ Becerirsin, becerirsin. Sen istedikten, biraz da gayret gösterdikten sonra başarılı olmaman için hiçbir neden göremiyorum. “ Mustafa daha sonra konuşmasının bir bölümünde Selanik’te Şemsi Efendi’nin İlkokulunda okuduğunu fakat babası Ali Rıza Efendi’nin ölümü üzerine, annesi ve kız kardeşiyle dayısının yanına geldiklerini anlattı. İlkokulu bitirdikten sonraki amacının Askeri Rüşdiye’nin imtihanlarını kazanarak oraya girmek, Rüşdiye’yi bitirdikten sonra yüksek öğrenimine devam ederek sonunda subay olmak olduğunu belirtti. Mustafa ile Ali bir süre daha konuşmalarına devam ettiler ve yarın aynı yerde buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Mustafa fırsat buldukça Çoban Ali ile bir araya geldi; ona okuma-yazma öğretebilmek için çırpınıp durdu. Mustafa’nın bu iyi niyetli çabaları boşa gitmedi. Bir süre sonra Ali, okuma-yazma öğrenmeye muvaffak oldu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Mustafa “ Arkadaş, annem beni Selanik’e teyzemin yanına gönderiyor. Yarın gidiyorum. Selanik’te okumaya devam edeceğim. İşte ders kitaplarımı getirdim. İlk tanıştığımız günkü konuştuklarımızı unutmadın sanırım. Bu kitapları iyice oku, öğren. Fakat öğrendiklerin sende kalmasın. Öğrendiklerini arkadaşlarına da öğret, onlara da okuma-yazma öğret. Bir ülkede cahiller ne kadar çoksa, o ülke, o kadar geri kalmış demektir. Ülkemizin medeni milletler seviyesine erişebilmesi, her ferdin, üzerine düşen görevi yapmasıyla gerçekleşir. Sadece ben okuma-yazma biliyorum, ben bilgiliyim demekle olmaz. Başkalarına da okuma-yazma öğretmedikçe, eğitmedikçe, bilgilendirmedikçe görevin tamamlanmış sayılmaz, yarım kalır. Bunu sakın aklından çıkarma. En güzel günler senin olsun arkadaş, hoşça kal…” dedi ve elini uzattı. Çoban Ali, kendisine uzatılan dost eli sevgiyle sıktıktan sonra “ Seni subay olmuş yürürken görür gibi oluyorum, Mustafa. İnşallah vatana, millete yararlı olursun. Mustafa adını hiç unutmayacağım, sen de, Çoban Ali adını unutma. Subay olunca fırsat bulursan gel gör beni, ben hep buralardayım, olur mu Mustafa? “ derken, göz pınarlarından akan yaşları silmek gereğini duymuyordu. SON
okul öncesi atatürk ile ilgili kısa hikayeler